11 Kasım 2015 Çarşamba

Videolar

Necip Fazıl Kısakürek Şiirleri

Ağlayan Çocuklar
Kafesli evlerde ağlar çocuklar,
Odalarda akşam olurken henüz.
O zaman gözümün önünde parlar,
Buruşuk buruşuk, ağlayan bir yüz.

Ne vakit karanlık kaplasa yeri,
Başlar çocukların büyük kederi;
Bakınır, korkuyla dolu gözleri:
Ya artık bir daha olmazsa gündüz?

Gittikçe kesilir derken sedalar,
Gece; bir siyah el gözümü bağlar;
Duyarım, içime sığınmış, ağlar,
Bir ufacık çocuk, bir küçük öksüz...

Anneme Mektup
Ben bu gurbet ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece, içinde mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.

Böylece bir lâhza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzülmekteyim.

Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye;
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.

Bahçedeki İhtiyar
Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış
Nurlu ihtiyarın yanaklarında.
Yapraktan saçını yerlere yaymış,
Sonbahar ağlıyor ayaklarında.

Süzüyor ufukta bir kızıl yeri,
İçi karanlıkla dolu gözleri;
Alnında akşamın ince kederi,
Sessizliğin sırrı,dudaklarında.

Yanan bir kağıtta küçük bir satır
Yazı gibi akşam onu karartır;
Artık o,silinen bir hatıradır,
Bu ıssız bahçenin uzaklarında...

Yattığım Kaya
Bu akşam o kadar durgun ki sular
Gömül benim gibi kedere diyor.
İçimde maziden kalma duygular
Ağla geri gelmez günlere diyor.

Ey gönül, gidenden ümidini kes!
Kaçan bir hayale benziyor herkes,
Sanki kulağıma gaipten bir ses
Buluşmalar kaldı mahşere diyor.

Enginden engine koşarken rüzgar,
Bende bir yolculuk heyecanı var...
Yattığım kayaya çarpan dalgalar
Çıkıver bir sonsuz sefere diyor.

Nazım Hikmet Ran Şiirleri

Açlık Ordusu Yürüyor
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeğe doymak için
ete doymak için
kitaba doymak için
hürriyete doymak için.

Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak
yürüyor ayakları kan içinde.

Açlık ordusu yürüyor
adımları gök gürültüsü
türküleri ateşten
bayrağında umut
umutların umudu bayrağında.

Açlık ordusu yürüyor
şehirleri omuzlarında taşıyıp
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri
fabrika bacalarını
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.

Açlık ordusu yürüyor
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.

Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor

yürüyor ayakları kan içinde.

Büyük Taarruz
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
sayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.


Memleketimi Seviyorum
Memleketimi seviyorum
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.

Memleketim :
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
utanıyorum.

Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.

Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven
alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.
Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :

kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır,
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

Yine Memleketim Üzerine Söylenmiştir
Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim...

TANZİMAT VE SERVET-İ FÜNUN DÖNEMİ EDEBİ POLEMİKLERİMİZ

Türk edebiyatında ilk edebî polemik (tartışma), Tanzimat dönemi edebiyatının birinci kuşak sanatçılarından Şinasi ile Sait Bey arasında çıkar. “Mesele-i mebhûsetü anha” olarak edebiyat tarihimize geçen bu polemik, edebiyat dışında başlamış ve bazı tamlamaların yazımı noktasında edebî bir niteliğe bürünerek birkaç ay devam etmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem’in Talîm-i Edebiyat adlı eserinin yayımlanmasından sonra eski edebiyat taraftarlarının yönelttikleri eleştiriler sonucu bir başka polemik doğmuştur. Bundan bir süre sonra da Recaizade Mahmut Ekrem ve Muallim Naci arasında “Zemzeme-Demdeme” kavgası yaşanmıştır. Ekrem ve Naci arasındaki bu kavga, “eski-yeni kavgası” olarak onların takipçileri tarafından değişik zamanlarda sürdürülmüştür. “Şiir”, “şiirde hayal ve hakikat” konularında Beşir Fuat ile Menemenlizade Tahir arasında hararetli tartışmalar yaşanmıştır. Tanzimat döneminde, dil polemiklerinin en çok hırpalanan adı ise, Şemsettin Sami olmuştur. Eski ve yeninin temsilcileri arasında süren bu polemiklerin çoğunda yenen ve yenilen taraf belli olmamış, ancak zaman yeniyi savunanların haklı olduğunu göstermiştir.

Tanzimat’ta tartışılan kimi konular Servet-i Fünûn döneminde de tartışılmıştır. Ancak bunlardan ikisi polemik özelliği kazanmıştır. Klâsiklerin çevrilmesi konusu bu dönemin polemiklerinden birini oluşturur. Klâsikler konusunu tartışmaya açan Ahmet Mithat olur. Ahmet Mithat’ın “İkrâm-ı Aklâm”yazısı ile bu yazıya gelen cevaplar ve Ahmet Mithat Efendinin iddialarında ayak diremesi birkaç ay süren tartışmalara yol açar. Bu tartışmalarda Ahmet Mithat, Türk dili ve edebiyatının klâsik oluşturacak duruma gelemediği, bu düzeye gelinceye kadar Batı klâsiklerinin çevrilmesi ve örnek alınmasının gerekli ve yararlı olduğu düşüncesini savunur. Karşı cepheyi oluşturanların başında yer alan Cenap Şehabettin ise Türk edebiyatının klâsiklere ihtiyacı olmadığını ve klâsiklerin örnek alınmasının edebiyatımıza bir yararı olmayacağını ileri sürer.

Bu iki görüşün yanında ve karşısında olanlar tartışmaya katılırlar. Tartışma Sait Bey’in katılmasına kadar edebiyatımız için yararlı olabilecek bir düzeyde sürer. Sait Bey işin içine girince tartışma polemik halini alır. Çünkü Sait Bey’in amacı tartışmak değil, Ahmet Mithat’la uğraşmaktır. Zaman zaman Ahmet Mithat’la alay eder, zaman zaman da hakaretlerde bulunur. Ahmet Mithat da bunların altında kalmaz. O da “Sait Beyefendi Hazretlerine Cevap” başlıklı dizi yazısını yayımlar. Daha sonra bir araya getirilerek eski takvime göre 1314′te basılan bu yazılar, 206 sayfalık bir kitap oluşturur.

Dekadanlık tartışmasında üç ad öne çıkar: Ahmet Mithat, Şemsettin Sami ve Hüseyin Cahit. Bilindiği gibi Ahmet Mithat tartışmanın başlatıcısı, bir yerde sorunun kaynağıdır. Şemsettin Sami ise sorunun çözümünde payı olan kişidir. Hüseyin Cahit ise bu tartışmalarda Servet-i Fünûn’un en ateşli savunucusudur. En ateşli savunucu olarak en çok eleştirilen ve uğraşılan o olur. O, hem savunma yapmış, hem de yeri geldiğinde rakiplerinin silahlarını da kullanarak hücuma geçmiştir. Bu tartışmada Servet-i Fünûncular daha ağır başlı davransalar da suskun kalmamışlardır. Sık olmamakla birlikte onlar da hırçın ve tarizkâr olmuşlardır. Ama eski taraftarlarının çoğu pişmanlık göstermezken, yeniciler kimi yazılarıyla öz eleştiri yapmışlardır. Biraz gecikmeli de olsa bu gerçekleşmiştir. “Timsâl-i Cehâlefte Ahmet Mithat için ağır sözler söyleyen Tevfık Fikret, “Veli Baba” şiirinde onu peygambere benzetmiştir. Ahmet Rasim’e karşı Hüseyin Cahit’in şaşırtıcı yumuşak tavrı buna bağlanabilir.



Servet-i Fünûn döneminin en uzun ve önemli tartışması olan “Dekadanlık” tartışmasını da Ahmet Mithat başlatmıştır. Bu tartışma, adını da onun bir makalesinden alır. Ahmet Mithat, Servet-i Fünuncuların dilini eleştiren “Dekadanlar” adlı bir makale yazar. Bu yazısında Servet-i Fünûncuların dillerinin edebiyat ve dille haşır neşir olanlarca bile anlaşılmadığını ileri sürer. Burada bir karşılaştırma yaparak Servet-i Fünûncuların dilinin Veysilere, Nergisilere rahmet okuttuğunu söyler. İşte Ahmet Mithat’ın bu makalesi ve özellikle burada kullandığı “dekadan” sözcüğü, o günden sonra Servet-i Fünûncuları eleştirmekte kullanılan bir sözcük olur. Bu eleştirilere Servet-i Fünûncular önceleri önem vermezler. Bu nedenle eleştirileri dikkate alıp cevaplandırma gereği duymazlar. Ama polemik yapanların gözünde, susmak ve sessiz kalmak yenilmek anlamına gelmektedir. Bunu gören Servet-i Fünûncular yavaş yavaş kendilerini savunmaya başlarlar. Bu savunma gayet olgun bir üslûpla yapılır. Bu ciddî yazılarda Servet-i  Fünûncular öncelikle dekadanlık üzerinde dururlar. Cenap Şebabettin ve Hüseyin Cahit, Dekadizm ve dekadan sanatçılar hakkında düşüncelerini ortaya koyarlar. Dekadizm’den ne anladıklarını açıkladıktan sonra kendilerine yöneltilen eleştirileri ve yapılan dekadanlık yakıştırmasını uygun görmediklerini belirtirler. Fakat eski cephesinin eleştirileri kesilmez. Bazı Servet-i Fünûncular “İki Söz” , “İki Söz Daha” başlıklı makalelerle savunma  yaparlar .

Servet-i  Fünûncular’a  karşı eski edebiyatın savunucuları tarafından yöneltilen bu  oklar  bazı eleştirmenler tarafından eski edebiyatın son çırpınışları olarak da nitelendirilse de edebiyatta yeniyi savunanlara karşı eleştiriler yakın gelecekte de devam edecekti.